
Sevgili okur, Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri’nin konuğu yazar Kubilay ALTUNTAŞ
“Adana’nın yeniden nefes alabilmesi için kapanan her salonun yerine yenisi açılmalı; mahalle mahalle, ilçe ilçe sürekli üretime açık sanat ve ekin merkezleri kurulmalıdır. Bu bir lütuf değil, kentin yeniden var olması için zorunluluktur.” Kubilay ALTUNTAŞ
Demet DUYULER: Sevgili Kubilay Altuntaş, “iyi ki hayat yolumuz kesişmiş, iyi ki tanımışım” dediğim güzel insanlardan birisiniz. İnsana ve sanata bakışını bildiğim çok yönlü, üretken bir sanatçısınız. Söz gazetesi okurları için yaşam yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz ya da başka bir deyişle özgeçmişiyle Kubilay Altuntaş kimdir?
Kubilay ALTUNTAŞ: 1968 yılında Adana doğmuşum. İlk, orta, lise ve yükseköğrenim de olmak üzere Adana’da tamamladım. Uzun yıllar çeşitli inşaat firmalarının bölge müdürlüklerinde satış ve pazarlama birimlerinde çalıştım. Bir ara da kendimize ait bir işyerinde çalıştım.
Ancak bu işlerde çalışırken de sürekli sanat ve ekinsel yaşama ilişkin üretim ve paylaşımlarda oldum. Şu an emekliyim ve bu işlere daha çok emek/zaman ayırabiliyorum. Bu işlere emek ve zaman ayırırken hep toplumsal yararı gözetiyorum. Kolektif üretimi ve paylaşımı ön plana koyuyorum. (Zaten birileriyle de çatışırsam nedeni bu oluyor.)
Dilerseniz özyaşamöykümün ekinsel, sanatsal ve siyasal bölümünü zamandizinsel biçimde aktarmaya çalışsam ne dersiniz?
1990 “Öncü Sahne Oyucuları” adlı amatör tiyatro grubunun kurucuları arasında oldum.
2010 “Düşün Sanat Topluluğu” adlı amatör tiyatro grubunun kurucuları arasında oldum.
2011 “AFAD” Adana Fotoğraf Amatörleri Derneği üyesi oldum.
2013 “Andelip Cumali” adlı ilk öyküm “Çağdaş Yaşam” dergisinde yayımlandı.
2013 “Fotografya” Fotoğraf ve Sinema Sanatı Derneği yönetiminde bulundum.
2015 “Yazarlar Evi Derneği” yönetim kurulu üyesi oldum.
2015 “Nâzım Hikmet Kültür Merkezi”nin kurulmasına ön ayak oldum.
2017 “Akdeniz Sanat Günleri”nin Adana yürütmesi kurulu üyesiyim.
2018 “Yaşam Sanat” dergisinde “Yazı İşleri Müdürü” oldum.
2019 Çukurova Belediye “Meclis Üyesi” seçimi için TKP’nin adayı oldum.
2020 “Çukurova’nın Öykü Aklanı”nda 52 öykücünün öyküsünün okunması projesini yürüttüm.
2021 “Ötağçenin Sakinleri” adlı ilk öykü kitabımı yayımladım.
2021 “Mersin Sanat Edebiyat Dergisi”nin Adana temsilcisi oldum.
2023 28. Dönem Adana Milletvekilliği seçimi için TKP’nin 8. sıra adayı oldum.
2023 “Sanatevi Derneği” yönetim kurulu üyesi oldum.
2024 Büyükşehir Belediye Başkanı seçimi için TKP’nin adayı oldum.
Bunların yanında “Artika Sanat Merkezi”nde “Her Ayın İlk Pazartesi Etkinlikleri” ile pek çok kez “Dünya Öykü Günü” ve “Dünya Şiir Günü” düzenlemelerini yaptım. Ayrıca, türkü/şarkı klip çekimlerinin yanı sıra sayısız etkinlik ya da buluşmaların oluşumunu sağladım.
D.D: Edebiyatın sizin için anlamı nedir? Hayat – edebiyat ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
K.A: Ben yazını yalnızca yazmak ya da yayımlamakla sınırlı görmüyorum. Yazın, benim için yaşamın kendisidir; insanın varlık nedenine, toplumsal gerçekliğe, emek-sermaye çatışmasına, bireyin iç dünyasına ve halkın ortak duygusuna ışık tutan en canlı damar diye görüyorum. Yazınla kurduğum ilişki bir merakın ya da bireysel tutkunun ötesinde. Yazınsal çalışmaları halkın belleğiyle, emeğiyle, direnciyle, sevinciyle ve acısıyla buluşturmayı tarihsel bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu yüzden de kendime “Yazın Emekçisi” diyorum. Çünkü yaptığım iş, bir masa başı uğraşı değil; sokakta, halkın arasında, yaşamın tam ortasında filizlenen bir emek süreci.
Ayrıca yalın ve duru Türkçe benim için yalnızca bir dil seçimi değil; aynı zamanda ekinsel bağımsızlık savaşıdır. Bu toprakların kendi sesini koruması gerektiğine inanıyorum. Yıllardır yazdığım her tümcede Türkçenin köklerine dönmeyi, yabancı sözcüklerin egemenliğine karşı yeni bir bilinç oluşturmayı görev edindim. Bunu bireysel bir tutum olarak değil, gelecek kuşaklara bırakılması gereken ulusal bir sorumluluk olarak görüyorum.
Yazınsal üretim, yalnızca kitap raflarında, seçkin çevrelerde dolaşan bir uğraş olmamalı. Yazının yaşamla buluşması gerektiğine inanıyorum. Üretilmiş yapıtların –özellikle öykülerin– toplumla, halkla buluşabilmesini temel erek edindim. Bu erekle “Öykü Aklanı” ve “Öykü Yansımaları” gibi oluşumları yalnızca etkinlik olarak değil; öyküyü sokağa, kahveye, çarşıya, parklara dek uzanan yaşayan damarlar olarak tasarladım. Ereğim, Çukurova’dan başlayarak dünya çapındaki öykücülerin öykülerini, insanların yaşamına değdirebilmekti. Çevremizde, herhangi bir kişinin bu öykücülerle buluşma olasılığı neredeyse yokken; ben o öyküyü ona ulaştırdım, okuttum, ses kaydıyla dinlettim. İlk etkinliğimizde 52 öykücünün öyküsünü yaklaşık on yedi bin kişiye dinlettim. Bu yalnızca bir sayı değil, yazının halkla bütünleştiğinde nasıl nefes aldığını gösteren somut bir kanıttır. İşte bu yüzden yazını bir yaşam uğraşı, toplumsal bir görev ve insanı insana yaklaştıran en güçlü bağ olarak görüyorum.
Bütün bunların yanında üretmek, yalnız üretmekle anlam kazanmaz. Üretilen her öykü, her tümce yaşayan bir insana değdiği ölçüde var olur. Yazını insanın yalnızlığından kurtaran, onu çoğaltan, yalıtılmış bireyi ortak bir duyguda buluşturan bir köprü olarak görüyorum. Yazın benim için bir “uğraş” değil; yaşamın ta kendisidir. Bu nedenle emek vermeden yazın olmaz; halkla buluşmadan yazın soluk alamaz.
D.D: Edebiyatla ilişkiniz nasıl başladı? Sizi yazmaya iten nedenler nelerdi?
K.A: Yazın dünyasına bir masa başında değil, sahnenin arka koridorlarından girdim. Yıllar yılı sahne sanatları alanında çalıştım; yazılmış oyunların sahneye konabilmesi için emek verdim. Dekor taşıdım, ışık kurdum, projeksiyonu yönettim, perde açtım ve sahnenin nabzını tuttum. Tüm bunları büyük bir sevgiyle yaptım; çünkü sahne, yaşamın halkla buluştuğu en canlı alandır.
Ancak bir süre sonra şunu fark ettim: Sahneye taşınan oyunlar hep aynıydı. Yıllar öncesinin oyunları tekrar tekrar oynanıyor, yeni yazılan oyunlara neredeyse hiç yer açılmıyordu. Oysa dünya değişmişti, insan değişmişti, dertler ve umutlar değişmişti. Bu değişimin yazında karşılığını bulamaması beni rahatsız etti. İşte o anda içimde bir kıvılcım yandı: “Madem yeni oyun yok, ben yazmayı denemeliyim” dedim. İlk denemem de babamın bir öyküsünü oyunlaştırmaya çalışmakla oldu.

D.D: Öykü yazmaya başlamanız nasıl oldu? Öykü yazmanın en çok sevdiğiniz yanı nedir?
K.A: Aslında bir önceki soruda değindiğim gibi, yazıyla kurduğum bağ bir sahne metni yazma çabasıyla başladı. Ancak öyküye yönelmemin asıl kaynağı yaşamın ta kendisidir. Ben halkın içinde yaşayan, sokakta, kahvede, tarlada, düğünde, cenazede her türlü insan sesiyle karşılaşan biriyim. Çok öykü dinledim, çok öykü anlattım. Bu toprakların sözlü anlatı geleneğiyle büyüdüm; öykü bizim için yabancı bir tür değil, tam tersine belleğimizin en doğal akışıdır.
Zamanla fark ettim ki öykü, benim duyumsadığım yaşama en yakın anlatım türü. Oyun yazmaya yönelmemin de bunda önemli bir payı oldu. Belki inadına yazmaya çalışsaydım, yarıda bırakmasaydım bugün öykü yazarı değil, sahne emekçisi olarak kalacaktım. Yazdıkça anladım ki öykü, bana yalnız anlatma olanağı sunmuyor; aynı zamanda insanı çözme, içsel yolculuklara açılma, toplumsal gerçeği kısa ancak yoğun bir anlatıda yansıtma olanağı veriyor.
Öykü yazmanın en çok sevdiğim yanı da bu: Öykü, bir çığlık gibi ani, bir damar gibi sürekli akışkan ve bir mercek gibi yoğunlaştırıcıdır. Bir öyküde hem bireyin iç dünyasına, hem toplumun derinlerine inebiliyorsunuz. Sözle başlayıp yazıyla devam eden o köklü geleneğin bugünkü taşıyıcısı olmak, kendimi en sahici biçimde var ettiğim yoldur. İşte bu yüzden öykü benim için yalnız bir yazı biçimi değil, yaşamın kendisini kavrama ve halkla yeniden bağ kurma aracıdır.
D.D: Öykülerinizi yazarken hangi konuları önemsediniz?
K.A: Öykülerimde en çok ilgilendiğim konu, toplumsal düzen içinde kendine yer bulamayan, yaşamla ve çevresiyle yabancılaşan insanlardı. Ezilen, sömürülen, sesi duyulmayan insanların içinde bulundukları durumları, çaresizliklerini ve direncini anlatmayı temel erek edindim.
Elbette, yalnızca acıyı anlatmak yeterli değildi. Acının karşısında bir denge kurmak, okuyanı yormamak, bazen de gülümsetmek gerekiyordu. Yani bir sağaltım yöntemi. Bu nedenle öykülerimde zaman zaman gülmeceyi bir araç olarak kullandım; hem yaşamın ağlatısal yönünü açığa çıkarmak hem de okuyanı yaşama sıkı sıkıya bağlamak için. Böylece öykü, yalnızca bir anlatı değil, toplumsal duyarlılık ve güzelduyusal bir deneyim haline geliyor.
D.D: Dayanışma ve örgütlenmeyi savunan, toplumsal yaşamı güzelleştirmek için bütün gücüyle uğraşan bir insansınız. Adana’da birçok sanat oluşumuna destek verdiniz. ÇSG ve ASO’nun yürütme kurulunda yer aldınız. Bu oluşumların sanata ve sanatçıya katkısı hakkındaki görüşleriniz neler?
K.A: Ben her zaman dayanışma ve örgütlenmeyi savundum; toplumsal yaşamı güzelleştirmek, halkın sanata ulaşmasını sağlamak için bütün gücümle uğraştım. Adana’da pek çok sanat oluşumuna destek verdim, elimden geldiğince katkı sundum ve sunacağım. “Çukurova Sanat Girişimi” ve “Akdeniz Sanat Oluşumu”nun yürütme kurulunda yer almak, bana bu emeği paylaşmanın ve birlikte üretmenin ne denli değerli olduğunu gösterdi.
Ancak süreçler her zaman sorunsuz ilerlemiyor. ÇSG’de bir kişinin bireysel beklentisi, ekibimizin parçalanmasına yol açtı. Başta ben olmak üzere, ekibimizin tümü sorunlu kişiyi yalnız bırakmak zorunda kaldı ve AKDENİZ SANAT OLUŞUMU’nU kurduk. Bu oluşum, yalnızca Adana’ya değil, çevre illere ve hatta ulusal ölçekte sanatın ve sanatçının sesi olmayı sürdürüyor.
Bu deneyim şunu öğretti: Sanatın ve sanatçının özgürlüğü, bireysel çıkarların üstünde olmalıdır. Birlikte çalışmak, toplumsal yaşamı ve sanat ortamını güçlendirmek için elzemdir; ancak dayanışmanın doğru zeminde, ortak hedefler ve sorumluluk bilinciyle yürütülmesi gerekir. AKDENİZ SANAT GÜNLERİ’nin bugün ulaştığı genişleme, sanata emek veren herkes için bir kazanım ve doğru örgütlenmenin kanıtıdır.
D.D: Bu yıl 7.si gerçekleşen Akdeniz Sanat Günleri ve 3.sü gerçekleşmek üzere olan ‘Çukurova’nın Öykü Aklanı’ projenizden söz edebilir misiniz?
K.A: 7. Akdeniz Sanat Günleri’ni bu yıl Adana, Antakya, Mersin, Antalya, Fethiye, Osmaniye ve Düziçi’nde gerçekleştirdik. Adana etkinliklerimiz 7-10 Ekim arasında dört gün sürdü. Açılışımızı bir karma resim sergisi ve “Ertuğrul Özaydın”nın dil ve şiir üzerine söyleşiyle açtık. Daha sonraki günlerde “İbrahim Sarıibrahimoğlu”nu ve “İlyas Halil”i andık. Son günde “Sokak Sanatı, Grafitti ve Vandalizm” üzerine İsmail Güneş’in söyleşisini dinledik.
Çukurova’nın Öykü Aklanı 2020’de başladığım bir proje ve üç aşamada ilerledi. İlk etapta 20 öykücünün 20 öyküsü vardı, sonra başka 20 öykü daha eklendi ve en son bu yıl da 12 öyküyle birlikte toplamda 52 öyküye ulaştık. Bu öykücülerimiz Çukurova’dan, bizim yaşadığımız, tanıdığımız, görüştüğümüz kişilerdi. Her birinden bir öykü seçmesini istedik, öykülerini gönderdiler. Sonra öyküleri seslendirecek bir kadro oluşturduk ki birisi de sizdiniz. Bazı arkadaşlar Mersin, Antalya, Ankara, Elazığ gibi kentlerdendi. İlginç olan, bu kişilerin çoğu öykücüleri tanımıyordu, sürpriz bir biçimde seçilmişlerdi. Öyküleri alıp, arkadaşlara en yakın buldukları öyküyü seslendirmelerini istedim. Okudular da… Ancak her öykü yalnızca bir kişi tarafından seslendirilmedi. Bazı öykülerde diyaloglar vardı; buralarda farklı kişiler devreye girdi. Hatta bazı öykülere şiirler de eklendi. Bir öyküde bazen 7-8 kişinin sesi bir araya geldi.
Bu kayıtlar stüdyoda yapılmadı. Herkes kendi evinde, cep telefonlarıyla kaydetti. Katılımcılar birbirini görmeden çalıştı; çoğu için sürpriz oldu. Hatta aralarındaki küsler bile fark etmeden birbirleriyle diyaloga girmiş oldular. Elbette ki müzikler yetkin arkadaşlarımız tarafından bestelendi; bazı öykülere müzik eklenmedi ancak eklenenler öyküleri güçlendirdi. Gerektiğinde uçak sesi, ambulans sesi, kuş sesi, pazar yeri gibi ses efektleri de ekledim. Sonunda bunları montajlayıp anons ses katkısıyla da bir araya getirip dinleyicilere sundum.
Şu an YouTube kanalımda “Çukurova’nın Öykü Aklanı” adıyla 52 öykünün kaydı duruyor ve 17-18 bin dinlenmeye ulaştı. Bu projede yaklaşık 100 kişi çalıştı ve hepsi bize güvenerek görev aldı. Çoğu ilk kez seslendirme yaptı; başta yapamam dediler ancak başardılar. Böylece, içinde sanatın bir yanı kalmış ancak olanak eşitsizliği yüzünden başka meslekleri seçmiş insanlara da geç yaşlarında dahi olsa bir olanak sunmuş oldum.
Çalışmadaki öyküler radyo tiyatrosu tadındaydı. Genç arkadaşlarımız da vardı, 14-15 yaşında olanlar, genelimiz ise orta yaş düzeyindeydik. Yakında 8 öykü daha ekleyerek toplamı 60’a çıkarabileceğimi düşünüyorum; böylece proje bir antoloji haline de gelmiş olacak. Canlı, dinlenebilir ve beğenisi artık tamamen dinleyicilere bırakılmış bir çalışma.
Bu projeyle göstermek istediğim şuydu: Sanat, yalnızca bir grup elitin elinde değildir. Herkes katılabilir, herkes üretebilir ve herkesle buluşabilir.

D.D. Sanatın kent kültürünün oluşumuna etkisi ve bu konuda yerel yönetimlerin sorumlulukları nelerdir?
K.A: Sanat, bir kentin süsü değil; belleği, vicdanı ve geleceğidir. Sanat yoksa kent yoktur. Betonun, ışıklı tabelaların, dev projelerin ardında insanın ruhu yoksa o kentte yaşamdan söz edilemez. Sanat; halkın kendini anlatabildiği, bir araya geldiği, dayanışma ve özgüven ürettiği en temel kamusal alandır.
Ben bu gerçeklerin yalnızca savunucusu değil, aynı zamanda sorumluluğunu üstlenmiş biriyim. Son yerel seçimlerde Türkiye Komünist Partisi’nin Adana Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak halkın karşısına çıktım. Eleştiri getirdiğim konularda sorumluluk almaya hazırım. Çünkü sanatın kente yön veren bir güç haline gelmesi, ancak bu alanı bilen, yaşayan ve üreten insanların yönetimde söz sahibi olmasıyla olanaklıdır. Bir kentte sanat görünürse, o kent ayağa kalkar. Görünmezse, çöker.
Ben bir yazın emekçisi, sahne sanatlarının içinden gelen bir kişi olarak biliyorum ki; sanata alan açmak yalnızca bir yönetimin seçimi değildir, kentin geleceğine atılan en ciddi adımdır. Seçildiğimde, Adana’da sanat ve ekin politikalarını kıyıda, köşede kalan etkinlikler olmaktan çıkarıp, kentin merkezine yerleştirecektim. Bu kente nefes olacak, üreten, dönüştüren, insanı özgürleştiren sayısız projeyi yaşama geçirmeyi boynumun borcu olarak görmüştüm.
D.D: Peki, Adana’da sanat adına neleri değiştirmek gerek? Çözüm önerileriniz var mı?
K.A: Adana bugün bir sanat kenti olmaktan uzaklaştıysa bunun nedeni sanatçının değil, kent yönetenlerin sorumsuzluğudur. Kemal Satır Sanat Galerisi, Akbank Sanat Galerisi, AÇS sanat Galerisi, 75. Yıl Galerisi ve Sabancı Kültür Merkezi… Bir zamanlar bu kente ruh veren bu mekânların hepsi kapandı. Yerine tek bir salon dahi açılmadı. Kentin belleği birer birer söküldü ve kimse bunun hesabını vermedi.
Adana artık sanatla değil; kebapla, mangalla, tüketimle anılıyor. Yerel yöneticiler, sanatçılarla fotoğraf çektirmekle yetiniyor; o pozların ardından kolları sıvayıp mangal başına geçiyorlar. Oysa sanat, vitrin değil sorumluluktur. Bir kenti geleceğe taşıyan, gastronomi şenlikleri değil, sanatın dönüştürücü gücüdür.
Ben bu kentin sokaklarında türkü söyleyerek, öykü dinleyerek, klip çekerek, fotoğraf sergisine giderek, tiyatro sahnesinde ter dökerek yani halkla birlikte üreterek büyümüş bir sanat emekçisiyim. Kentin bu çöküşünü yalnızca gözlemleyen değil; değiştirmek için sorumluluk alan biriyim. Adana’nın yeniden nefes alabilmesi için kapanan her salonun yerine yenisi açılmalı; mahalle mahalle, ilçe ilçe sürekli üretime açık sanat ve ekin merkezleri kurulmalıdır. Bu bir lütuf değil, kentin yeniden var olması için zorunluluktur.
Sanat görünürse Adana yaşar. Sanat yoksa kent yoktur. Ben bu gerçeği yalnız söyleyen değil, gereğini yapmaya hazır olan biriyim.
D.D: Türkiye’de sanat denildiği zaman ne düşünüyorsunuz? Sanatın Türkiye’nin sosyal yapısı içindeki işlevi ile ilgili düşünceleriniz neler?
K.A: Türkiye’de “sanat” dendiğinde çoğu zaman yalnızca seçkin etkinlikler ve büyük adlar akla geliyor. Oysa sanat, halkın içinde, yaşamın içinde görünür olmalı; elit bir vitrin olmamalı.
Türkiye’nin sosyal yapısı içinde sanatın işlevi çok yönlüdür: Toplumsal belleği korur, eleştirel düşünceyi besler ve dayanışmayı güçlendirir. Ancak ne yazık ki ülkemizde sanat, çoğu zaman bireysel çabalarla ayakta duruyor; kamusal destek ve süreklilik olmadan görünmez kalıyor.
Sanat görünür olduğunda toplum, yaşamına sahip çıkar hale gelir; görünmediğinde, ekinsel bellek erir ve toplumsal duyarlılık azalır.
D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
K.A: Gerçek şu ki, insanlar aç, yaşam ağır ve sanat çoğu zaman lüks gibi algılanıyor. Askıda ekmek bekleyenler, kendi yaşamlarından vazgeçmiş ancak çocuklarının daha iyi yaşaması için çabalayan insanlar… Bu koşullarda sanat kimi zaman ikinci planda kalıyor. Ancak sanat vazgeçilmezdir; çünkü ekonomik ve toplumsal sorunlarla baş edebilmenin yolu, yalnızca karnı doyurmaktan değil, beyni, düş gücü ve duygularıyla donatılmış bireylerden geçer.
Öyküyü sokağa taşımak, tiyatro ve müziği yaşamın içine sokmak, gençlerin üretim alanlarını çoğaltmak bir seçim değil, sorumluluktur. Sanat görünür hale geldiğinde kent yaşar, toplum nefes alır; görünmediğinde ise kent yalnızca beton ve taş yığını olur. Bizim görevimiz, Adana’yı ve Türkiye’yi üreten, düşünen, toplumsal sorunlarla baş edebilen, duygudaşlık kuran bir yaşam ortamına kavuşturmaktır.
Bu söyleşi için hem size hem de sayfalarında yer veren Söz Gazetesi’ne teşekkür ederim.






